Hayatta en çok ihmal ettiğimiz; ancak en çok da ihtiyaç duyduğumuz bağlardan biri, kanla değil gönülle kurduğumuz komşuluk bağı. Bazen karşı balkondan edilen bir tebessümle, yan daireden gelen çocuk sesleriyle farkına vardığımız varlıkları; görmediğimizde telaşlandığımız, ışığı yanmadığında kapısını çalıp kontrol ettiğimiz, kimi zaman da birçok akrabadan daha samimi olduğumuz ilişkiler…
Taze pişirdiğimiz yemeğin bir kısmını komşumuzla paylaşmak, bizi birbirimize bağlayan bir git-gel köprüsüydü yıllarca. Boş gönderilmeyen tabak alışverişlerinde çocukken hepimizin bir görevi vardı. Kek, börek pişiren anneler komşularla paylaşır; bunu götüren çocuklar da paylaşmayı öğrenirdi. Bizim kültürümüzde, paylaşılan her şeyin bereketlendiğine inanılır.
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşuda pişer, bize de düşer”, “Komşuluk hakkı” gibi deyişler bu kültürün önemli örneklerindendir. Köylerimizde sabahın erken saatlerinde evin büyükleri yan evleri ziyaret eder, ihtiyaç olup olmadığını sorarlardı. İşte bunun adı komşuluk hakkıydı. Hasat zamanlarında herkes komşusuna karşılıksız yardım ederdi. Yağmur yağmadan, mahsul zarar görmeden kaldırabilmesi için el birliğiyle destek olunurdu. Eski mahalle kültüründe, şehirlerde de benzer dayanışmalar vardı. İhtiyacı olan ailelere elden geldiğince yardım edilir, yaşlıların çarşı işleri komşular tarafından görülürdü. Kapı önü sohbetleri, akşam oturmaları, düğün-dernekler akrabalardan çok komşularla yapılırdı.
Farkındaysanız “-dı, -di” diye geçmiş zaman kipiyle anlatıyorum. Çünkü modern hayatın hızı bu güçlü bağı neredeyse yok etti. Yüksek binalar çoğaldıkça bu kültür eridi. Selam vermeden geçen, asansörde konuşmamak için telefonlarına sarılan bir nesil var. Yanımızda, karşımızda, üstümüzde kim yaşıyor, çoğu zaman habersiziz. Hatta bu dairelerden birinde biri vefat etse, ancak kapıya ambulans veya polis geldiğinde haberimiz oluyor.
Evet, biliyoruz, hayat değişti. Belki güven sorunları, yoğun iş temposu, bireyselleşme bunu engelliyor. Ama unutmayalım ki, komşuluk sadece sosyal bir ilişki değil, aynı zamanda dayanışmanın garantisidir.
Bunu en açık şekilde doğal afetlerde yaşadık. Sel, deprem gibi felaketlerde, eş-dost yetişene kadar yardımımıza hep yanı başımızdaki komşular koştu. Kaybetmemeliyiz bu güçlü yanımızı… “Günaydın” demek, bir komşunun kapısını çalıp halini sormak, ihtiyacında yanında olmak… Bunlar, bizim gibi yardımsever ve hatırşinas bir milletin en önemli özelliklerinden değil mi?
Ama bugün, “özgürlük” adı altında değerlerimizi yıpratan bir anlayış var. Mahalle baskısı dediğimiz şeyi, sanki bir zorbalıkmış gibi gösterip, aslında saygıdan doğan edep çizgimizi yok etmediler mi? Eskiden “Mahalleye ayıp olur” diye kılık kıyafete özen gösterilir, ses tonuna dikkat edilirdi. Şimdi sokaklar, “özgürlük” adı altında hoyratlıklarla, hatta ahlaksızlıklarla dolu.
Yine de umudumuzu yitirmemeli, komşuluk kültürümüze sahip çıkmalıyız. Görünce gülümseyen, sohbet eden, çocuklarını küçük ihtiyaçlar için yan daireye gönderen komşular… Biliyoruz ki hâlâ bu değerlere sahip çıkan insanlar var.