Dinimiz, “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” buyurmuştur. Bir yerde kötülük varsa ve orada sorumluluk sahipleri susuyorsa, bu bir suçtur. Zira kötülüğe karşı tarafsız kalmak mümkün değildir. Konuşması gereken yerde susan, yalan söylüyor demektir. Çünkü yalan sadece dille değil, susarak da söylenir.
Bir toplumda haksızlık karşısında sessiz kalan birey, sadece kendini değil, toplumu da aldatır. Yalanın bileşenleri, onu var eden niyetlerde gizlidir: Aldatmak, geçiştirmek, sıvışmak ya da saklanmak. Sorumluluk sahibi ve mert insanlar, kötülükle savaşmalıdır. “Bana dokunmuyorsa sorun yok” anlayışı, zulme ortak olmanın başka bir adıdır. Hele ki sıvışıp zalime karşı durması gereken yerde geri çekiliyorsa, bu daha büyük bir suçtur.
Kötülüğün ortasında susmak; saklanmak, görünmez olmak demektir. Ve bu, yalan söylemenin en sinsi hâlidir. Bir sorunu kendi sorumluluk alanının dışına ötelemek, kötülükten yana saf tutmanın sessiz ve sinsice bir biçimidir. Eskiler “Şahidi sûr” derlerdi. Günümüzde buna “yalancı şahit” diyoruz. Ama aslında bu, yalanlarla iç içe yaşamak anlamına gelir. Aydın insan, yalana şahitlik yapmaz; susarak yalan söylemez.
Toplumsal ve sosyolojik olarak öyle bir dönemden geçiyoruz ki, konuşması gerekenler susuyor; susması gerekenler ise boş konuşuyor. Sahip olduğumuz medeniyet, tarih ve yaşadığımız coğrafya binlerce yıldır şahitlik ediyor ki, bu topraklarda insani değerler ve kavramlar her geçen gün hem anlamını hem de değerini kaybediyor.
Şimdi moda olan anlayış şu: yanlışa ses çıkarmazsan, bildiğini söylemezsen, uyarmazsan, tenkit etmezsen, doğruyu konuşmazsan; bulunduğun ortamda “akıllı” sen oluyorsun. Yıpranmayan, gözden düşmeyen sen oluyorsun. Herkesle iyi geçinen oluyorsun. Organizasyon şemasında yerin hep ileriye gidiyor.
Peki bu doğru mu?
Asla doğru değil.
Yanlışa “yanlış” demek, hatası olanı uyarmak; hem insani, hem ahlaki, hem İslami, hem de toplumsal bir görevdir. Ancak kimse bunu üstlenmek istemiyor. Yük taşımak istemiyor. Kimse kimseyle kötü olmak istemiyor. Oysa aklı yetmeyen bir çocuğa “sobaya yaklaşma, elin yanar” demiyorsan, çocuk o sıcağın çekim alanına girer ve kendini yakar.
Şimdiki büyükler ise, “Maşa varken neden elimizi yakalım?” modundalar. Hâlbuki gelip geçici, konup göçücü bu yalan dünyada arkanızda hoş bir seda bırakmak istiyorsanız, makamınız, mevkileriniz ne olursa olsun; etrafınızdaki bilgisi eksik olanı tamamlamak, hatası olanı düzeltmek, yanlışı uyararak göstermek bir görevdir.
Unutmayalım, susarak cevap vermek bazen suçu kabullenmektir. Bazen de insanı çileden çıkarır. Şimdiki insanlar, “nabza göre şerbet vermek” adına ölüm sessizliğine bürünüyorlar. Kimileri de akıl veriyor: “Gerektiği yerde sus, gerektiği yerde kayıtsız kal…” diye.
Oysa susmak, bizim kültürümüzde suçu kabullenmektir.
Susmak, yapılan yanlışa ortak olmaktır.
Şunu da belirtmeliyim: Okumaktan, kendini geliştirmekten, araştırmaktan kaçınan insanlar; cehaletlerini suskunlukla örtüyorlar. Ama unutulmamalı ki susmak, bulunduğunuz topluma hem yüktür, hem de hakarettir.