Ülkemizin geçmiş yıllarına yayılan bir gerçekten söz edecek olursak; şimdi bazıları ne demek istiyorsun diyebilirsiniz.
Anlatacağım olayı siyasete sağa sola çekmeyin bu bir tespit yazısıdır. Şunu demek istiyorum; Eskiden yani Ak Parti’den önceyi kastediyorum Devletin kapıları herkese aynı aralıktan açılmazdı. Diplomasiden üniversitelere, maliye dışişleri ve kültür kurumlarından bakanlıklara kadar pek çok alan, belirli çevreler tarafından paylaşılır; taşranın çocuklarına ise ancak memuriyet ve öğretmenlik gibi sınırlı bir alan reva görülürdü.
Bugün o tablo büyük ölçüde değişti. Anadolu’nun köylerinden şehirlerin varoşlarında büyüyen çocuklar artık büyük şehirlerin iş ve kültür hayatında önemli yerler edindiler. Üstelik yalnızca devlet kadrolarında değil; küresel şirketlerde, medyada, üniversitelerde… Kısacası imkân kapıları geçmişe kıyasla daha geniş.
Fakat mesele tam da burada başlıyor. Erişim arttı, peki temsil güçlendi mi? Yoksa yükselme süreci, köklerden kopuşun bedelini de beraberinde mi getirdi? Bu soruya vereceğim cevapta zorlanıyorum.
Son yıllarda yükselen yeni bir toplumsal kesim ne tam taşralı ne tam şehirli. Taşrayı görünmez kılmayı şehirli olmanın şartı sanan, şehir kültürünü öğrenmek yerine onu tüketim alışkanlıklarıyla ikâme eden bir profil diyebiliriz.
Oysa şehir kültürü pahalı kahveler, yabancı kelimeler ve markalı bir gündelik hayatla sınırlı değil. Şehir bir hafızadır. Taşra da öyle. Birbirini dışlayarak değil, birbirine karışarak zenginleşebilecek iki büyük damar…Ne var ki bugün, yükseliş hikâyelerinin önemli bir kısmı, bu hafızanın kaybı üzerine kuruluyor. i kısaca bu konudaki düşüncemi de paylaşalım; Taşra kültürü dönüştürülmüyor, yalnızca saklanıyor ya da reddediliyor. Şehir kültürü öğrenilmiyor, yalnızca taklit ediliyor. Toplumsal çeşitlilik zenginleşmiyor, giderek tek biçimli bir hayat tarzında eriyor.
Böylece, taşranın merkeze girişi çoğu zaman yeni bir nefes değil, merkezin kendi kalıplarını çoğaltan bir tekrar hâline geliyor. Bugün sık sık şu cümleye rastlıyoruz. “Anadolu’nun çocukları artık her yerde.” Evet, bu bir yönüyle doğru. Ama sorulması gereken yeni bir soru var. Onlar artık her yerde mi, yoksa her yerde aynı mı?
Bu ayrım önemlidir. Bir toplumun gerçek dönüşümü, yalnızca sınıf atlamakla değil; sınıf atlayanın, geldiği kültürü dönüştürebilecek bir özgüvenle varlık göstermesiyle ortaya çıkar. Aksi hâlde yükseliş, bir özneleşme değil, yeni bir taklit döngüsünün parçası hâline gelir.
Bugün gelinen noktada belki de en kritik mesele şudur: Taşranın çocukları merkeze girdiler ama merkezin anlamını değiştirebildiler mi? Yoksa merkez, onları kendine benzeterek mi içselleştirdi? Bu sorunun cevabı, yalnızca bireysel hikâyelerin değil, ülkenin gelecekteki toplumsal dengelerinin de belirleyicisi olacaktır.
Sonuçta taşranın çocukları şehre geldi ve’s-selam.